“90’lı yıllarda psikoloji okumak, psikolog olmak nasıldı?” sorularından yola çıkarak 1990-2000 yılları arasında psikoloji eğitimi alan bir psikoloğa merak ettiklerimi sormak istedim. Bu merakı gidermeyi kabul eden ve o dönemde psikoloji okumaya, psikoloji mezunu olmaya dair biriktirdiklerini bizlerle paylaşan Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Doktor Öğretim Üyesi Sayın Meral Gezici Yalçın‘a teşekkür ederim.
“Meral Gezici Yalçın, 1975 yılında Ankara’da doğdu. 1997 yılında Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede 2001 yılında sosyal psikoloji yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılında Almanya’da bulunan Marburg Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda “Almanya’da Yaşayan Türkiyelilerin Kolektif Eylemleri” adlı tez çalışması ile doktora derecesini aldı. 2014 Eylül’ünden beri Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır.” 1
- Günümüzde psikoloji alanı hayli popüler ve tercih edilen bir konumda. Peki psikoloji bölümünün çok az olduğu o yıllarda sizi böyle bir tercihte bulunmaya iten motivasyonlarınız nelerdi? Günümüzle karşılaştırırsanız tercihlerde motivasyonel farklılıklar var mıdır?
Ben 1993’te Hacettepe Psikoloji’ye girdim, psikoloji eğitimi alma yönünde herhangi bir motivasyonum yoktu aslında. 90’lı yıllar olmasına rağmen psikoloji tanınmış, bilinmiş bir alan değildi. Rehber öğretmenlerimiz bile psikologların ne yaptığını tam olarak anlatamıyorlardı, “insanların sorunlarını dinliyorsun, yardım ediyorsun” diyorlardı. Lisedeyken üniversiteye birlikte hazırlandığımız arkadaşlarımı da düşünerek söylüyorum, zihnimizde pek bir şey canlanmıyordu psikoloji denilince. Uygulama alanı açısından bakarsak o yıllarda psikologlar bugünkü kadar çeşitli kurumlarda çalışmıyordu, rehabilitasyon merkezlerinde çalışmak da bu kadar yaygın değildi çünkü bu kadar çok sayıda rehabilitasyon merkezi yoktu. Eşit ağırlıkta tercih yapmak isteyenlerin birinci tercihi genelde hukuktu, ben de hukuk istiyordum. İki matematik sorusuyla Ankara Hukuk’u kaçırdım. Sonra Hacettepe Psikoloji’yi tercih ettim ve yerleştim. Aslında üniversite sınavına hazırlanırken motivasyonum bir yeri kazanıp yerleşmiş olmaktı. Sanırım birçok öğrenci için de bu böyleydi.
Hukuk çok popülerdi ve kafamızda bir temsili vardı; avukat veya savcı olunur diye düşünüyorduk. Bu arada bugünkü gibi dizilerde ve sosyal medyada yanlış bir şekilde ele alınan psikolog tiplemeleri de yoktu. Zaten sosyal medya yoktu. O zamanlar toplamda 5-6 tane devlet üniversitesinde psikoloji bölümü vardı. Ankara’da Hacettepe, ODTÜ, Ankara Üniversitesi; İstanbul’da Boğaziçi ve İstanbul Üniversitesi; İzmir’de ise Ege Üniversitesi vardı. Başka bir yer öğrenci almıyordu. Kontenjanlar çok düşüktü. 40 kişi kadardı bizim sınıf mevcudumuz. Bugünle karşılaştıracak olursam günümüzde öğrencilerin alana dair çok daha fazla bilgisi var gibi görünüyor ama bu bilgilerin çoğu doğru değil. Birinci sınıf öğrencilerle konuşuyoruz mesela okula ilk geldiklerinde. Psikoloji denince akıllarına klinik psikoloji geliyor, kendilerinin de ilerde ofis açma hayalleri oluyor. Freud’u duymuşlar ama bilmiyorlar, okumamış oluyorlar genelde. Aslında üniversitelerde de Freud pek okutulmaz ama toplum nezdinde Freud pek meşhur, psikoloji denince o akla geliyor. Bizim zamanımızda da öyleydi, biz kendi okumalarımızla öğrenmiştik Freud’u, hocalarımız anlatmadı. Temelde bunlar aklıma geldi o zamanla bu zamanı karşılaştırınca.
- Bölüme girdikten sonra nelerle karşılaştınız? Genel olarak o süreçten bahsedebilir misiniz?
Liseden üniversiteye geçiyorsun, ona uyum sağlama süreci var. Lise öğrencisi değilsin artık, yaklaşımın ve davranışların farklı olmalı. Öğretmenin öğretme görevi yok, o sana bilgiyi aktaran, öğrenmek senin görevin. Bunları deneyimlemek güzeldi. Hacettepe’nin kampüs yaşantısı vardı. Orada sosyalleşmek hoştu benim için. Psikolojiye özgü olarak ne karşıladı bizi… Hocalarımızın yürüttüğü araştırmalara katılmak kafamızda bir şeylerin somutlanması anlamında yardımcı oldu. Deneysel Psikoloji alanından hocamız Banu Cangöz’ün bellek çalışmasına katılmıştım. İlk kez bir araştırmaya katılıyordum, heyecanlanmıştım, ilginç gelmişti. Araştırmanın nasıl bir şey olduğunu anlamam açısından önemliydi. Psikolojinin araştırma süreçlerinden bağımsız bir şey olarak düşünülmemesi gerektiğini anlamıştım. Teorik olarak öğrencilere aktarılan bilginin nasıl elde edildiğini, üretildiğini görmemi sağlamıştı. Laboratuvarların olması ilginç gelmişti çünkü psikoloji o güne kadar soyuttu, somut bir karşılığı yoktu benim için. Bir uyku araştırmaları laboratuvarı vardı bölümde, bilgisayarlar, kablolar, aletler vs., asistanlar çalışıyor…
İki sene önce kaybettiğimiz sevgili Levent Şenyüz hocamızın ratlarla deneylerini çok ilginç buluyordum. Kendisi de çok farklı bir hocaydı, öğrenciyle kurduğu diyalog çok farklıydı. Derslerinde soruyu doğru sormak için çok düşünerek taşınarak konuşurduk. Elinde çikolatalı süt paketleriyle, sürekli ratlarıyla ilgilenirdi. O laboratuvarların varlığı bana davranışın fizyolojik ve nörolojik kökenlerinin olduğunu göstermişti. Daha önce hiç bilmediğim, duymadığım bir şeydi bu. Bunun dışında… Derslere girdikçe klinik psikolojinin bana göre olmadığını anlamaya başlamıştım. Patoloji kuramlarının da patolojinin sağaltımının da toplumsal koşullardan bağımsız ele alınmasını eleştiriyordum. Bugün bunu hala eleştiriyorum gerçi ama o zamandan bu yana birçok yeni kuram ve model geliştirildi. Hatta klinik sosyal psikoloji diye bir alan var, yurt dışında bazı üniversitelerde bağımsız bir modül olarak sunuluyor öğrenciye, bu isimle dergiler çıkıyor.
- Şu an pek çok üniversite psikoloji programında klinik yönelime ağırlık veriyor. Okulunuzun ağırlık verdiği bir alan var mıydı yoksa tüm alt dallara aynı mesafede mi yaklaşıyordu?
Bizde deneysel, klinik, gelişim, sosyal, örgüt hatta psikometri alanları vardı. Hacettepe psikometri o zamanlar duyulan bir yerdi. Bugün psikometri alanı neredeyse öldü. Şu an sadece bir üniversitede sanırım doktora programı açılıyor. Psikolojinin bütün alt alanlarında o alanın uzmanı üç-dört hoca bulunuyordu. Böylece her hocanın kendi çalıştığı konuda açtığı dersleri takip edebiliyorduk. Hacettepe Sosyal Psikoloji alanında Orhan Aydın hocamız saldırganlık çalışırdı mesela. Deniz Şahin sağlık psikolojisi, Gülden Güvenç aile gibi konularda seçmeli dersler açardı. Giray Hoca da kişiler arası ilişkiler konusunda dersler verirdi. Hatta psikoloji bölümü dışından da çok iyi dersler alabiliyorduk.
Ben Antropolojik Psikoloji diye bir ders almıştım mesela Antropoloji bölümünden. Çok özgün bir konuydu. Bilim insanı yetiştirmeye yaklaşım da farklıydı o zamanlar. Bugün “her ile bir üniversite” mottosu hakim. Taşrada neredeyse her ilde devlet üniversitesi var ve açılmaya devam ediyor, büyük şehirlerde de çok sayıda vakıf üniversitesi açıldı. Bunların çoğu son 15 yılın ürünü. Tek başına nicel büyümeye verilen önem, niteliksizliği beraberinde getirdi. Vakıf üniversitelerinde örneğin alan dışından hocaların hatta yüksek lisans yapan asistanların bile derslere girdiği durumlar hiç de istisna değil.
- Lisans döneminizde teorik bir eğitim mi söz konusuydu, uygulamalıya yakın bir eğitim mi?
Daha çok teorikti diyebilirim. Uygulamalı olarak aldığım gözlem-görüşme dersini hatırlıyorum ben sadece. Bir de bazı hocalarımızın yürüttüğü araştırmaları. Gerçi bazı dersler tartışmaya dayalıydı, Giray Uraz’ın dersleri o anlamda çok geliştiriciydi. Kitapların okunduğu, tartışmaların yapıldığı, sınavlarda yorum yapmanız gereken besleyici derslerdi onlar. Giray Hoca, sınavlarda kitap defter serbest bırakırdı ama analitik düşünerek yorum yazmak zordu.
- Alandaki güncel bilgileri nasıl takip ediyordunuz?
Kütüphaneden. Üniversitenin abone olduğu dergiler basılı olarak gelirdi kütüphaneye. Hacettepe’nin kütüphanesi biraz sınırlıydı aslında, ODTÜ’nün ve Bilkent’in kütüphaneleri çok daha zengindi, biz de oraya giderdik. Gerçi bu dediğimi yüksek lisans döneminde çok yapmıştım. Cep telefonu yoktu, dergilerin fotoğrafını çekemezdik, fotokopi çok pahalıya gelirdi, kütüphanede oturup kendi notlarımızı çıkarırdık. Kütüphanede bu şekilde çalışmak çok zevkliydi benim için. Bugünkü gibi internet, arama motorları yoktu. Googlelama diye bir şey yoktu. En fazla, hocalarımızın odasındaki kitaplıktan ödünç kitap alırdık. Dolayısıyla bugünkü gibi güncel bilgileri takip etmek zordu. Gerçi günümüzde öğrenciler güncel bilgileri ne derece takip ediyor bilemiyorum.
- Günümüzde psikoloji eğitimlerine dair bir kuru kalabalık söz konusu. Sizin mezun olduğunuz dönemde de alan içi eğitimler bu kadar çok muydu? Nasıl bir eğitim (ücretli/ücretsiz) ortamı vardı? Dönem eğitimlerinden bahseder misiniz?
Benim zamanımda çok az sayıda kurum eğitim veriyordu. Bunların çoğu meslek örgütleriydi veya köklü dernekler ve kurumlardı. Bugünkü gibi bir eğitim piyasası oluşmamıştı. Genelde işin uzmanı olan, alandan kişiler eğitim veriyordu. Evet yine paralıydı eğitimler ama içeriği, kalitesi ve eğitimi veren uzmanın vasıfları anlamında kaygı duymanıza yol açacak bir durum pek olmuyordu. Eğitim veren derneklerden biri Türk Psikologlar Derneğiydi mesela. Ben o eğitimlerin hiçbirine katılmadım gerçi çünkü bu tür eğitimlerin paralı olmasına, parayla sertifika satılmasına olumlu bakmıyordum. Eğer alanda çalışmak için bu eğitimler muhakkak gerekli idiyse bunu ya üniversiteler yapsın ya da örneğin meslek kuruluşları mezunlara bu eğitimleri arz etsin diye düşünüyordum. Kamu yararı gözeten bir dernek bunu yapmalı çünkü.
Bir de zaten benim üniversite dışından eğitim almamı gerektiren bir durum yoktu. Klinik yönelimli değildim, olsaydım belki özellikle terapi süreçleri ve teknikleriyle ilgili kendimi geliştirme ihtiyacı hissedebilirdim ama sosyal eğilimli olduğum için ek bir eğitim alma ihtiyacı duymadım. Ta ki mezun olup bir çocuk kulübünde çalışmaya başlayıncaya kadar. O vakit, vaka değerlendirmesi yapabilecek pratik ve somut bilgilere ihtiyaç duymuştum mesela. O zaman da el yordamıyla yapıyorsunuz bunu. Mezun olunca, genelde kendi başınıza yolunuzu bulmaya çalışıyorsunuz. Alanda çalışanlar için süpervizyon sistemi yok mesela Türkiye’de. Süpervizyona sadece terapistlerin ihtiyacı yok ki… Alanda çalışan tüm psikologların ihtiyacı var. Bir öğrencim geçen senelerden birinde bir cezaevine psikolog olarak atandı. Birkaç hafta içinde adli vakalarla görüşmelere başladı. Süpervizyon alıyor mu, diye sordum. Öyle bir şey yok. Her kurum kendi çalışanlarına süpervizyon uygulaması getirmeli mesela. Bu talep edilmeli. Aynı şekilde rehabilitasyon merkezlerinde çalışanlar veya diğer alanlarda çalışan psikologlar, bunu çalıştıkları kurumdan talep etmeli.
- Lisans döneminizde ulusal ya da yerel öğrenci faaliyetlerinde yer aldınız mı? Üye olduğunuz topluluk ya da dernekler var mıydı?
Ulusal düzeyde TPÖÇG gibi öğrenci oluşumları yoktu. Hatta üniversitenin kendisinin bir psikoloji öğrenci topluluğu bile yoktu. Hacettepe Üniversitesinde ilk psikoloji öğrenci topluluğunu biz kurduk, ilk öğrenci topluluğu başkanı da benim. O zamanlar biz bazı öğrenciler, formel olarak derslerle sınırlı kalmaktan hoşnutsuzduk. Ana akım olmayan konular ilgimizi çekiyordu. Klinikçiler travmayı anlatıyordu ama örneğin işkenceye maruz kalmanın etkilerinden hiç bahsedilmiyordu. Ben ikinci sınıftaydım ve o zamanlar bir araya gelip bu konuları tartışıyorduk. Hatta birkaç sayı dergi de çıkarmıştık, Arketip isminde. Kim ne isterse onu yazıyordu, şiir yazan da vardı resim çizen de. Sonra baktık ki başka bölümlerin toplulukları var, biz de psikoloji topluluğu kuralım dedik. Çünkü üniversitede etkinlik yapmak için sadece topluluklara izin veriliyordu.
Bahar şenliklerine katılmak istiyorduk, konuklar çağırmak istiyorduk ama bunu yapamıyorduk. Psikometri hocamız Adnan Erkuş’tan danışmanımız olmasını istedik. O da motivasyonumuzu yükselterek kabul etti bunu. Topluluk bizim için çok besleyici bir deneyimdi. O zaman Hacettepe Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cengiz Güleç’ti, onu davet etmiştik mesela transkültürel psikiyatriyi konuşmak için. Kaos GL Dergisi’nden Ali Erol ile eşcinsellik üzerine bir panel düzenlemiştik. Yıldız amfi vardı okulda, onun en büyük salonu tıka basa dolmuştu, çok ses getirmişti bu ekinlik. İşkence psikolojisi konusunu bize anlatsın diye işkenceye maruz kalmış kişilere terapi hizmeti sunan psikiyatr Emin Önder’i çağırmıştık.
- Klinik alandaki yığılmaya karşı pek çok mezun da farklı alt dallarda istihdam arayışına girdi. Peki o dönemlerde bölüm öğrencilerinin gelecekle ilgili kariyer planları nasıldı?
Benim hiçbir kariyer planlamam yoktu, arkadaşlarımın vardıysa da bilmiyorum. Kariyer planlamaktan ziyade iş bulup çalışmakla daha çok meşguldü zihnim sanırım. Benim aklımda akademik kariyer gibi bir hedef filan da yoktu. Mezunlar genelde okullarda rehber öğretmen olarak çalışıyordu veya kreşlerde psikolog olarak. Ben de mezun olur olmaz yaklaşık bir buçuk yıl Ankara Anıttepe’de bir gündüz bakımevi ve çocuk kulübünde çalıştım. O zamanlar Sosyal Hizmetler, bakımevlerine, kreşlere psikolog istihdam etme zorunluğu getirmişti. Ben de müdür olarak görünüyordum kağıt üzerinde ama her işi yapıyordum tabii. Üniversiteden mezun olunca rehber öğretmenlik yaparsam diye formasyon derslerini de almıştım. O zaman formasyon dersleri ücretsizdi, bugünküyle karşılaştırıldığında inanılmaz bir şey. Sanırım diğer öğrencilerin de mezuniyet sonrası buna benzer planlamaları vardı.
- Lisans eğitiminizi tamamladığınız yıllarda doğmuş arkadaşlarımız bugünlerde yeni mezun psikolog olarak alanda çalışıyorlar. 90’lı yıllarda yeni mezun psikolog olmakla günümüz arasındaki farkları ya da benzerlikleri aktarabilir misiniz? Mezuniyet kaygısı yaşamış mıydınız?
Belli düzeyde kaygı yaşadım, sudan çıkmış balık gibi hissediyorsun kendini. Ama ben Haziran’da mezun oldum, Temmuz’da kreşte işe başladım. Süre uzasaydı kaygım artabilirdi belki ama son sınıfta ne iş olsa yaparım şeklinde bir tavrım olduğu için bu konuda stres yaşadığımı hatırlamıyorum. Belki biraz da rahattım, nasıl olursa iş bulurum düşüncesindeydim. Olmadı öğretmen olurum diyordum. O zamanlar tüm üniversitelerden mezun sayısı 300 kişi falandı. Bugünkü gibi bir rekabet yoktu. Bu sene yani 2019-2020 eğitim öğretim yılı için YÖK kılavuzuna göre psikoloji bölümlerine yerleşenlerin sayısı 8 binden fazla. Bölüm sayısı 150’yi geçiyor sanırım. Dolayısıyla rekabet çok artmış durumda ama mezun olduktan sonra alanda hemen çalışmak isteyenlerin lisans eğitimlerinin ne kadar yeterli olduğu meselesi var.
Türkiye’de psikoloji lisansı, uygulamada çalışacak iş gücü yetiştirmeye yönelik değil zaten. Lisans eğitimi giriş niteliğinde. Eğitimler; teorik ve bir perspektif kazandırmaya yönelik. Bazı üniversitelerde sağlık, göç, spor, trafik gibi uygulamalı alanların dersleri daha fazla sayıda açılıyor ve bazı üniversitelerde bu alanlarda yüksek lisans programları da var ama yetersiz kalıyor maalesef. Vakıf üniversitelerinin birçoğunda eğitim kalitesi çok düşük, ticari kaygılar ön planda oralarda. Sözde vakıf ama kar amacı güdüyor. Öğrenciden aldığı okul ücretini tekrar eğitime bile aktarmıyor çoğu. O üniversitelerin mütevelli heyetleri akademiden bir haber. Mütevelli heyeti dediğin şirket yöneticileri, temsilcileri. Psikoloji popüler olduğu için kısa yoldan çok para kazanmak isteyen birtakım şirketler, üniversitelerde psikoloji bölümleri açıyorlar.
Psikoloji bölümünü para basan makine gibi görüyorlar. Bir psikoloji bölümünde lisans düzeyinde Türkçe eğitim, İngilizce eğitim programları açılıyor her birine yüzden fazla öğrenci alınıyor ayrıca ikinci öğretim programı olanlar da var. Bu programlarda ders veren hocalar da genelde aynı kişiler. Bu nasıl olabilir? Birçok üniversite dershaneden bozma yapılarda eğitim veriyor, yeterli donanıma sahip değil. Psikoloji eğitiminin olmazsa olmazı gözlem görüşme odalarıdır, laboratuvardır. Bunlardan eser yok birçoğunda. Türkiye’de psikoloji eğitimi patladı. Kalitesiz eğitim tehlikesi ve güvensiz çalışma koşulları ile yüz yüzeyiz. Geçmişten bugüne kurumsallaşmış yapılarını devam ettiren birkaç üniversitede psikoloji eğitimi alan öğrenciler bu anlamda çok daha avantajlı, çok daha donanımlı mezun olabiliyorlar. Tabii oralarda da hoca faktörü önemli.
- Sosyal Psikolojiyle tanışmanız ve bu alandaki kariyer sürecinizden bahseder misiniz?
Lisanstayken en sevdiğim dersler sosyal psikolojiydi ama orada da bireysel sosyal psikolojiden ziyade sosyal sosyal psikolojiye ilgi duyuyordum. Çünkü sosyal bağlamından koparılmış, birey içi süreçlere indirgenmiş konular benim ilgimi çekmiyordu. Ben daha çok grup süreçleriyle ilgileniyordum ama bizim üniversitedeki hocaların genel eğilimi bunları anlatmaktan yana değildi, hocalarla tartışıyordum ben de hep. Giray Uraz Hoca bir dersinde hiç unutmam bana “Grup diye bir şey yoktur” demişti. Yüksek lisans yaptığım sırada Deniz Şahin Hocamız bana “bak sen grupla çok ilgileniyorsun, ODTÜ’de bir doktora öğrencisi sosyal kimlikle ilgili bir tez hazırlamış, git görüş” deyince çok heyecanlanmıştım. Gidip hocayla tanıştım, tezini okudum, kitaplarını alıp fotokopi çektirdim.
İngilizce kaynak pek bulamıyordum kütüphanelerde o konuda. Sonra doktora için Almanya’ya gittiğimde süpervizörüm sosyal kimlik kuramını bilmeme şaşırmıştı. Doktora döneminde orijinal kaynaklara ulaşmanın verdiği duygu müthişti. Doktoramı göçmenlerin kolektif eylemi üzerine yazdım. Doktora bitince 6 yıl kadar Almanya’da yaşayan göçmenlerle özellikle evlenerek Almanya’ya göç etmiş kadınlarla projeler yürüttüm. Sonra İstanbul’da bir vakıf üniversitesinde bir yıl çalışıp ayrıldım. O tarihten bu yana da Abant’tayım.
- Biraz da o dönemki halk algısına yönelmek istiyorum. Halen daha “deli doktoru” sıfatını üzerimizden tam olarak atamadık. O dönemlerde psikoloğa bakış açısı nasıldı? Sizce ne kadar yol katedebildik?
Deli doktoru imajı psikoloji ve psikiyatriyle neredeyse özdeş gibi. Psikolojik danışmanlık için öyle değil sanırım, okuldaki rehber öğretmenle özdeşleştirildikleri için olabilir. Günümüzde sosyoekonomik düzeyi orta ve üstü olan sınıflar daha çok psikolojik destek aldıkları için bu konudaki algı değişmiş olabilir diye düşünüyorum. Ben 2000’lerin başında İstanbul’da çalışırken şey çok yaygındı mesela. Kendileri veya çocukları için danışmanlık merkezilerine gidiyorlardı aileler. Bireysel danışmanlığın yanı sıra sanat terapisi, grup terapisi gibi hizmetlere talep artmaya başlamıştı. Onlar arasında deli doktoru imajı kırılmıştı diyebilirim. Fakat taşrada ve köylerde o olumsuz sosyal temsil yıkılmadı sanırım. Bu konuda pek bilgim yok açıkçası. Sanırım alanda çalışan psikologlar bu konuda daha fazla söz söyleyebilir.
- O yıllarda psikoloğa gitmenin yaygın sebepleri nelerdi, psikoloğa gitmek saklanılması gereken bir durum muydu?
90’larda psikoloğa olağanüstü koşullarda gidilir diye bir algı vardı. Bireyin ve çevresindeki insanların üstesinden gelemediği, baş edemediği ekstrem durumlarda gidilir gibi bir algı. Bugün kimle konuşsak “siz bize çok lazımsınız” diyorlar, herkesin psikoloğa ihtiyacı var şeklinde bir algı hakim sanki. Yani yaygın söylem bu. Her sorun için gidip konuşmak gerekiyor gibi algılanmaya başlandı sanırım. İnsanlar her şeyi psikologlara havale etmek istiyorlar gibi.
Özellikle büyük şehirlerdeki orta ve üstü sınıflar için konuşuyorum tabii yine. 90’larda insanlar psikoloğa gitmekten sakınıyordu, gittiklerinde de bunun duyulmasını istemiyorlardı. Günümüzde terapiste değilse bile bir danışmanlık merkezine başvurmak ve psikolojik destek almak sınıfsal bir gösterge haline geldi neredeyse. Sanırım terapistlerin ve danışmanların sayısı da zaman içinde arttı. Bu konuya dair rakamlar nedir bilmiyorum ama bakılabilir buna istenirse.
- 90’lı yıllar ile günümüzde psikoloğa ulaşabilme imkanlarını karşılaştırmanızı istesek neler söylersiniz?
Eskiden parası olmayanlar devlet hastanelerine giderdi. Oralarda psikiyatrlar teşhis koyar, gerekli durumlarda psikologlara yönlendirildi. Terapi devlet hastanelerinde pek yapılan bir şey değildi, özel merkezlere başvurmak gerekiyordu bunun için. Benim o zamanlar anti-psikiyatr bir duruşum vardı. Bugün ilaçlı müdahaleye karşı değilim ama hala psikofarmakoloji endüstri kompleksine eleştirel yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. İnsanların psikolojik sağlık hizmetine ulaşmaları ve bunun sağlık sigortası kapsamında olması gerekir.
Öte yandan patolojinin toplumsal süreçlerden ayrı ele alınamayacak bir şey olduğunu unutmamak gerek. Bireysel patolojilerin ortaya çıkmasında veya yaygınlaşmasında rolü olan toplumsal ve kültürel faktörlerin, aile, grup gibi sosyal psikolojik değişkenlerin etkisinin göz ardı edilmemesi gerekir. Bana göre bireysel patoloji sosyal bir sonuçtur ve buna müdahale de yani tanı ve tedavi de sosyal süreçleri ve etkileri kapsamalıdır. Psikoloğa ulaşmak neden gerekli ve önemli? İnsanların hangi temel şikayetleri var, bu şikayetler en çok hangi konuda? Bunların tespit edilmesi lazım. Bir sağlık politikasının olması, bunun da psikolojik sağlığı kapsayacak şekilde geliştirilmesi lazım.
- Mezun olduğunuz yıllarda özel klinik veya danışmanlık sayısı günümüze kıyasla çok mu azdı? Devlet hastanesi haricinde bir psikoloğa gitmek için ayrılması gereken bütçeyi her kesimden danışan karşılayabilir miydi?
Bizde genel sorun psikoterapinin sigorta kapsamında sağlık hizmeti olarak karşılanmıyor olması, lüks bir ihtiyaç gibi görülüyor. Sayı açısından bir şey söyleyemem ancak psikolojik sağlığın bir market haline gelmesini tehlikeli buluyorum. Psikolojik sağlık serbest piyasanın insafına bırakılamaz bir konu. Çok sayıda danışmanlık merkezi var ancak bunların denetlenmesiyle ilgili sorunlar var bence. Psikoloji eğitimi olmayan bu alanda uzmanlığı olmayan birçok kişinin toplum sağlığına zarar verdiğini düşünüyorum. Üniversitelerin sayısının artmasının kalitesizliği beraberinde getirmesi gibi psikolojiye olan merakın, ilginin artması ve hatta insanların bunu talep etmesinin sağlanması da bazı negatif sonuçları beraberinde getiriyor.
- Gelelim kanayan yaramız meslek yasasına… O dönemlerde de meslek yasasının eksikliği hissediliyor muydu? Yapılan çalışmalardan söz edebilir misiniz?
Meslek yasasının olmaması biraz önce saydığım sorunların ortaya çıkmasında en temel etken zaten. Ben lisans öğrencisiyken de bu konu konuşuluyordu hala bu konu konuşuluyor. 90’larda bu konuyu gündeme getiren sadece Türk Psikologlar Derneğiydi. Dernek yönetimine gelen kişilerin çabasıyla bu konu gündeme geliyor ve belirli girişimlerde bulunuluyordu. Günümüzde TODAP’ın, diğer eleştirel psikologların, TPÖÇG, PÖMYAP gibi oluşumların sosyal medya kampanyaları oluyor. Zaman zaman alanlara çıkıldığını da görüyorum. Kampanyaların aktif yürütülmesi ve hep gündemde tutulması gerekiyor. Meslek yasası hem şu an alanda çalışan psikologları hem de öğrencileri ilgilendiren bir konu. Öğrenciler arasında bu konuda farkındalık yaratmak çok önemli. Bunu PÖMYAP yapmaya çalışıyor görebildiğim kadarıyla. Ayrıca alanda çalışan psikologlar da kendi çalışma koşullarıyla ilgili bir içgörüye sahip olmalı.
Psikolog olmak kişiye itibar kazandıran bir şey olarak görüldüğünden, prestijli bir iş olarak algılandığından psikologlar kendini ayrıcalıklı addediyor ve çalışma koşullarıyla pek ilgilenmiyorlar, işçi olduklarını göz ardı ediyorlar. Kendi ofisini açabilen kaç kişi var? Mezun psikologlar nerelerde çalışıyor? Öğrencilerin mezun olmadan önce psikolog olarak çalışmak ne demek, özlük hakları nedir, görev tanımı, sorumluluklar, istihdam edilen örgütlerden beklentiler ve talepler neler olmalı gibi konularda içgörü sahibi olması önemli. Bu anlamda bölümlerin de bu konuda yapacakları var. Öğrenciler ve mezunlar sertifika programlarına yönelmek zorunda kalıyor. Ek eğitimlerle kendilerini geliştirmeye çalışıyorlar ama bunlar meslek içi eğitim kapsamında kurumlarca karşılanması gereken maliyetler aslında. Her kurum, devlet veya özel kurum bünyesinde istihdam ettiği psikoloğun becerilerini artırmasını kurumun görevi ve sorumluluğu olarak görmeli. Bunu alanda çalışan psikologların dile getirmesi, talep etmesi lazım. Günün birinde meslek yasası çıkacak diye beklememek gerekir. Çünkü belki de uzun vadede bu gerçekleşemeyecek.
- 90’lı yıllarda psikiyatri alanının baskınlığı, psikologlar ile psikiyatrların çatışması gibi durumlar söz konusu muydu? Psikologlar alanda yer edinebilmek için çabalamak durumunda kaldı mı?
Psikiyatrlarla psikologların rekabeti ezeli bir konu sanırım. Almanya’da psikiyatr olan bir arkadaşımla bu konuda sohbet ettiğimizde bu rekabeti anlamsız bulduğunu söylemişti. “Psikolojik sağlık bir takım işi, takımda herkesin farklı bir işlevi var” demişti. Nitekim öyle de. Alanda birlikte çalıştığınız kişinin bu konudaki bakışı çok önemli oluyor. Dayanışma gösteren psikiyatrların olduğunu biliyorum ama bu genel bir tavır değil sanırım. Çünkü bunun aksi yönde deneyimleri olan hastanelerde çalışan meslektaşlarım da var. Bu; tıp eğitimi alan psikiyatrların, meseleye mesleki hiyerarşi olarak bakmasından kaynaklı büyük oranda. Yoksa aynı kurumda görev alan psikiyatrlar, psikologlar, sosyal hizmet uzmanları, sosyal pedagoglar muhakkak iş birliği yapmalı. Herkesin görev tanımı farklı ama işte bu da meslek yasasına geri götürüyor konuyu. Konunun asgari müştereklerinin belirlenebilmesi ve bunun en azından meslek örgütleri aracılığıyla gündeme taşınması iyi olabilir.
- Genel olarak 90’larda psikoloji okumak ile şimdilerde psikoloji okumak arasındaki temel farklıkları söyler misiniz?
Böyle bir karşılaştırmayı bir çırpıda yapacak konumda değilim. Birçok fark var, daha önce de söylediğim gibi. Bunlar hem nicel farklılıklar hem nitel farklılıklar. Kendi adıma, 90’larda öğrenci olmuş olmaktan dolayı çok memnunum. Sadece psikoloji okumak anlamında da değil, o yıllarda öğrenci olmak -hem de aktivist bir öğrenci olmak- çok güzel bir deneyimdi benim için. Hem mesleki hem kişisel gelişimime çok değerli deneyimler kattı o dönem. Benim o yıllarda toplum ve insan ilişkisini anlamaya, toplumsal meseleleri analiz etmeye, başımıza gelenleri anlamlandıracak açılımlara ihtiyacım vardı. O açılımları sosyal psikolojide buldum. Bu anlamda sosyal psikoloji eğitimi almış olmaktan, bu alanda araştırmalar yürütüyor olmaktan dolayı çok mutluyum.
- Öğrenci ve mezun arkadaşlara önerileriniz nelerdir?
Öncelikle henüz lisede olan ve psikoloji okumayı düşünen öğrenciler için birkaç şey söylemek istiyorum. Lise öğrencilerinin de ailelerinin de “iyi bir psikoloji eğitiminin kriterleri ne olmalı” konusunda bilgilendirilmeye ihtiyaçları var. Üniversite seçimi yaparken neye dikkat etmeleri gerektiğini bilmeliler. Üniversiteyi üniversite yapan sadece yıldız hocaların varlığı değildir mesela. Kütüphane, erişim sağlanan dergiler, laboratuvarlar gibi alt yapı olanakları çok önemli ya da eğitim kadrosundaki hocaların özgeçmişi… Hocaların mezun olduğu üniversitenin ve alanın ne olduğunu görmeliler, yayınlarına bakmalılar. Benim İstanbul’da çalıştığım bir üniversiteye alan dışından ve hatta şehir dışından ders saatli olarak gelen bir profesörün tek bir SSCI indeksli yayını yoktu mesela. Bu nasıl olabilir? Bunlar lise öğrencilerine anlatılmalı, bunun için broşürler hazırlanabilir veya sosyal medya siteleri kurulabilir, derneklerin sayfalarında bu konuya bilgilendirici notlar konulabilir.
Mesela akredite olmuş bölüm ne demek, bu anlatılabilir. Psikoloji eğitimi alacaksam bu eğitimi nereden en iyi alabilirim diye öğrencilerin ve velilerin sorgulaması lazım. O bölümde her alanın kaç hocası var, uzmanlıkları nedir, eğitimleri nereden, ne tür araştırmalar yapıyorlar, hangi dersleri veriyorlar bunları araştırmaları lazım. Üniversitelerin taban ve tavan puanlarına bakılsa bu bile bir fikir veriyor eğitim kalitesiyle ilgili. Normal koşullarda üniversite okuyamayacak durumda olan kişiler, buna puanı yetmeyen öğrenciler, vakıf üniversitelerine yerleşebiliyor örneğin.
Mezun arkadaşlar için de bir şeyler söyleyeyim… Kendinize süre tanıyın, mezuniyet sonrası bir işe başlamanın süresi ortalama iki yıl. Bu benim gözlemim tabii ki. Ailelerin de sabretmesi gerekiyor bu süreçte. Mezun olur olmaz tercihini yapmış, yönelimini belirlemiş öğrenci sayısı genellikle çok az. Dördüncü sınıfta bu konular tavan yapıyor ama biraz geç kalınmış oluyor. Mezuniyet sonrası okumaya, araştırmaya, kendini geliştirmeye devam etsinler. Az sayıda kişiden de oluşsa oluşumlar, mezunlar arası tartışma grupları bu anlamda hem geliştirici hem destekleyici olabilir. Böyle inisiyatifler oluşturabilirler. Akademik hedefleri varsa, onunla ilgili hazırlıklar yapsınlar, dil öğrenme gibi. Psikolojide lisansüstü eğitim demek İngilizce bilmek demek, çünkü takip ettiğimiz literatür İngilizce. Bu arada yeni mezunlara önerim çoklu stratejiler geliştirmeleri. Tek bir şeyin peşinden gitmek yerine, alternatifleri eş zamanlı olarak deneyebilirler.
Türkiye’de maalesef bir KPSS olgusu var. Alanda çalışanların psikoloji mesleğine pragmatik yaklaşmamalarını öneririm. Yok şu eğitimi aldım bu eğitimi aldım diye bakmasınlar konuya. Alınan eğitim sayısından daha önemlisi hatta bilgiden de daha önemlisi bir perspektife sahip olabilmek bence. Kendi lisansüstü öğrencilerime “çaba sarf ederek bilgi eksikliğinizi giderebilirsiniz ama bu yaşa kadar hala belirli bir perspektifiniz yoksa benim size bu perspektifi kazandırmam çok zor” diyorum. Bizler üniversitede öğrencilerimize eleştirel olmanın önemini anlatmadığımızda, öğrencilerimiz derinleşemiyor. Araştırmayı bile teknik bir konu olarak görebiliyorlar mesela. Öğrencilerime hep söylediğim bir şeydir “araştırmanın teknik tarafları vardır ama tekniğe indirgenemez” diyorum. Yapmak istediğin araştırmanın neye faydası var diye soruyorum. Belli bir insan görüşü, toplum algısı, mesleğin nasıl icra edilmesi gerektiğiyle ilgili standartları yoksa kişinin, sonuçları bireysel fayda olduğu kadar toplumsal fayda da üreten işler çıkmıyor zaten ortaya.
1İletişim Yayınları
Comments are closed